Kuranı Hz. Muhammed mi Yazdı?

Kuran diğer ilahi dinlerin kopyası mıdır?

Hz. Muhammed’in, Kuran’ı Kitab-ı Mukaddes’ten (Tevrat ve İncil) esinlenerek mi yazmıştır? Bu iddianın temelini Kuran ile Kitab-ı Mukaddes arasındaki bazı benzerlikler oluşturmaktadır. Öncelikle bu konuyu ele aldığımız “İslam tüm ilahi dinlerin özüdür “ çalışmamızı incelemenizi tavsiye ederiz.

Benzerlikler bulunması konusuna gelince bu son derece doğal bir durumdur. Çünkü sonuçta hepsi Allah’ın sözüdür, hepsinin mesajı aynıdır. Allah’ın tek olması, imanî esaslar, ibadetler, sosyal hayat ile ilgili emir yasaklar, ahlakî kurallar. Bu zaten Kuran’da açıkça ifade edilir: “ Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem kıldık. “ (Maide Suresi, 48), “Onların (peygamberleri) ardından yanlarındaki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa’yı gönderdik ve ona içinde hidayet ve nur bulunan, önündeki Tevrat’ı doğrulayan ve muttakiler için yol gösterici ve öğüt olan İncil’i verdik.” (Maide Suresi, 46)

Hac Suresi’nin 26. ve 27. ayetlerinde hac ibadetinin Hz. İbrahim’le başladığı, Enbiya Suresi 72. ve 73. ayetlerinde namaz ve zekatın Peygamberimizin döneminden önce de farz olduğu, Mü’minun Suresi 51. ayette diğer elçilere de salih amellerde bulunmalarının emredildiği bildirilmiştir:

Kısaca benzerliklerin bulunması Kuran’ı Peygamberimizin yazdığını değil, tam tersine bütün semavi dinlerin kitaplarının aynı kaynaktan geldiğini, yani Allah’ın sözü olduğunu kanıtlar.

Ayrıca Hz. Muhammed, hayatında Tevrat’ı veya İncil’i okumuş ya da araştırmış, onlar hakkında bilgi sahibi olmuş bir kimse olmadığı gibi kendi dönemindeki hiç kimsede böyle”bir iddiada bulunmamıştır. Bu iddialar  daha sonra hata aramak maksatlı yapılan yaklaşımların sonucu üretilmiş hayali iftiralardır. Peygamberimizin ümmi- okur yazar olmadığını bizzat ateist İlhan Arsel’de kabul eder:” Muhammed, okur-yazar değildi ve Kuran’i oluştururken okur-yazar yardımcılardan faydalandı der).” Görüldüğü gibi Kuran’ı  derleme işini okur yazar yardımcıları ile yaptığını iddia eder ki ne o günün İslam düşmanları böyle bir görüş ileri sürüp efendimize suçlamada bulunmuşlar ne de yardımcıları olduğu iddia edilen bir kişi daha sonra ortay çıkıp böyle bir açıklamada bulunmuştur. Cevabî açıklamanın devamı aşağıda bulunmaktadır.

“Bundan önce sen hiç kitap okuyan değildin ve onu sağ elinle de yazmıyordun. Böyle olsaydı, batılda olanlar kuşkuya kapılırlardı.” (Ankebut Suresi, 48) Ayetinde açıkça belirttiği gibi böyle bir kuşku düşmanlarınca bile ifade edilmemiştir.”Ümmi haber getirici (Nebi) olan elçiye  uyarlar… (Araf Suresi, 157) Ayrıca efendimizin hayatının son senelerinde Hudeybiye de antlaşma yapılırken anlaşmanın bir maddesi üzerinde anlaşmazlık çıkınca ‘Efendimiz Hz. Ali’ye o kelimenin yerini göstermesini istemiş’ ve gösterilen yeri de bizzat kendisi silmiş. Hz. Peygamber (a.s.) ümmi olmasa kelimenin yerini göstermesini ister miydi?

 

                   Hz peygamber vahiy beklentisi içerisinde değildi

İlkvahiy geldiğinde şaşırıp ürperen efendimiz doğru evine gider. Olayları eşine anlatır. Hz Hatice olayı büyük bir bilgin olan amcaoğlu Varaka bin Nevfel’e anlatılır. Bunun üzerine Varaka,“Bu gördüğün Allah’ın Musa’ya indirdiği en büyük kanundur. Keşke senin davet günlerinde genç olsaydım da kavminin seni çıkaracakları zamanı görseydim.” dedi ve o günlere yetişebildiği takdirde yardım edeceğini söyledi. Ayrıca Peygamberliğini ilan ettiğinde müşriklerden hiç kimse çıkıp ta “Peygamberlik iddiasında bulunacağı öteden beri belliydi” gibi bir iddiada bulunmamıştır. Aksine kendisi ve yakın çevresi tarafından hiç beklenmeyen bir durumdu. Bazı müsteşrikler de bu noktaya dikkat çekmişlerdir. İngiliz müsteşrik Alfred Guillaume Hz. Muhammed’in (a.s.m) peygamberliğine inanmadığı halde bu olayı onun samimiyetine ve Hira mağarasında kendisine görünenlerin kuşku götürmez bir gerçek olduğundan emin olma isteğine delil olarak değerlendiriyor ( Alfred Guillaume İslam Pelican Books ) Marksist Maxime Rodinson de söz konusu noktaya açıkça dikkat çekmekten kendini alamamıştır.Nitekim Rodinson Hz Peygamberin kendisine gelen şeyin Allah’ın vahyi olduğuna kesin kanaat getirmeden önce uzun bir süre tereddüt geçirdiğini kabul ediyor. (Maxime Rodinson Mahomet Editions du Seuil) Müslüman olunmasa bile objektif- tarafsız bir gözle bakan bu gerçeği rahatlıkla görebilir.

Hz. Peygamber Kuran’ı Mekke’de oturan bazı Yahudi ve Hıristiyanlardan mı edindi?

Öncelikle ifade eldim ki hiçbir tarihi kaynakta Mekke’de Yahudi ya da Hıristiyan dini bir grubun bulunduğu bildirilmemiştir. Ticaret için gelip gidenler varsa da bu kişilerin her şeyden önce dili yabancı idi ve ortada ilmi olarak istifade edilebilecek kaynak niteliğinde hiçbir şey de yoktu. Böyle bir ihtimal olsa idi yıllarca savaş dahil efendimiz ile mücadele eden Mekke’li müsrikler bu  konu üzerinde özellikle dururlardı. Halbuki müşrikler Hz Peygambere Kuran’ın hangi yerinin öğretildiğini söylemek yerine genel bir ithamlarla yetiniyorlardı. Ayrıca Hz. Peygamber Kur’anı kendisinden öğrendiği iddia edilen kişi ya da kişilerin gelişen süreç içerisinde ya Müslüman olmaları ya da olmamaları gerekirdi. Eğer müslüman olduklarını düşünürsek kendilerinin kopya verdiği ve bu kopya sayesinde peygamberliğini iddia eden kişiye niçin iman edip onun emrine girsinler. Müslüman olmadıklarını düşünürsek o zaman niçin bunu açıklamayıp kendi verdikleri bilgilerle birinin peygamberliğini ilan edip kendilerini yalanlamasına ve bu şekilde binlerce insanı arkasından götürmesine razı oldular. Böyle bir itham doğru olsaydı Ubeydullah bin Cahş  (Daha önce Müslümanlığı kabul etmişken Habeşistanda Hıristiyan olan), Muhacir müslümanlara karşı Necaşi’yi kışkırtmaya giden Kureyş elçileri, Necaşinin sorularına muhatap olan Ebu süfyan ve beraberindekiler bu ithami yinelerlerdi. Çünkü bu ve benzeri durumlar Hz. Muhammed ve dini aleyhinde altın bir fırsattı. Daha da önemlisi Kuran’da var olan ve Tevrat ve İncil ile  taban tabana zıt olan ayetler  nasıl açıklanacak? Ya günümüzde ancak anlaşılabilen bilimsel ayetlerin içeriği? Ayrıca Kur’anın üzerine yazıldığı materyaller göz önüne alınırsa (develerin kürek kemiği, hurma yaprakları, kil tabletleri, ve hayvan derileri) o dönemde kitap ve okumanın yaygın olmadığı rahatlıkla gözler önüne serilebilir. Eğer Hz. Peygamber yazılmış Hıristiyan ve Yahudi kaynaklarına ulaştıysa buna Mekkeli müşriklerde ulaşabilir ve itirazlarını ona göre yapabilirlerdi. Hele buna bir de Tevrat  ve İncil’e muhalif, zıt bir çok  ayetin Kur’an’da olduğunu da ekleyecek olursak müşrikler ile Hıristiyan- Yahudi ittifakı kaçınılmaz olurdu. Hz. Muhammed’in (a.s.) ortaya koyduğu dinin esaslarını, kendi kitaplarından aldığını bilemeyecek kadar saf ve zavallılar mıydı bu insanlar ki daha sonra defalarca savaşlarda karşı karşıya geldiler. Üstün ırk olduklarına ve cennete sadece kendilerinin gideceğine inanan bu Yahudilerden birçok kişi de sonradan Müslüman olmuştur. Mesela Yahudi kaynaklarına hakim, Yahudi  âlimi Abdullah bin Selam gibi. Bir çok tehlikeyi göze alıp belli bir yaştan sonra içinden önder olduğu topluma aykırı görüş sunan bu yeni dini kabul etsin bu insanlar. Hem de zorlamadan ve kendi istekleri ile. Zaten kendisi de oryantalist olan Buhl: “Peygamberin Tevrat, Zebur ve İncilin içeriğini bilmediğini ve adı geçen kitapları okumamış olduğunu İncili de hiçbir zaman bilmediğini” itiraf eder.

Kuran’ın Mekke dışındaki temaslarla yazıldığı  iddiası

Hz Peygamber’in Mekke dışına birkaç seyahatinin olduğunu kaynaklar yazmaktadır. Ama bu seyahatler sırasında Hristiyan ya da Yahudi fikirlerinden etkilendiğine ya da görüşmeler yaptığına dair herhangi bir bilgi kaynaklarda yoktur. Zaten dışarıdaki diğer din sahipleri ile bir temas olsaydı Açığını arayan Mekke müşrikleri bunu ifade etmekten geri durmazlardı. Çünkü – ticari kervanlarla yaptığı – bu seyahatleri sırasında mutlaka yanınında Mekkeli hemşerilerinden bazı insanlar vardı. Öyleyse neden böyle bir şeyden kimse söz etme gereği duymadılar. Hadi yanındakiler bahsetmedi temas kurduğu, bilgi aldığı kişilerden niçin herhangi bir haber gelmedi. Mekke’li müşrikler sadece Mekke’deki dil bilmeyen bir rum köle için böyle bir iddiada bulundular. Bu iddiaları da Kur’an tarafından cevaplandırıldı ve kuru bir itham olduğu için bunu ispatlayamadılar ve sürdürmediler. Hiçbir somut delile dayandırmadan tarihi ve akli gerçeklerle zıtlaşmak pahasına bu tür hikayeler ileri sürenlerin, olayın geçtiği zaman ve mekan içerisindeki şiddetli muhaliflerin bulamadıklarını yüzlerce sene sonra taraflı kurgularına malzeme yapmak istemeleri, bilimsel temelden yoksun ve önyargılı olduklarını  da gözler önüne sermektedir. Yahudilerle o kadar savaş yapıldı neden bir Yahudi “ Bizden aldığını bize saldırı için kullanıyor.” İthamında bulunmadı?

 

Rahib Bahira

Hz peygamber 12 ya da 9 yaşındayken bir ticaret kervanıyla amcası Ebu Talibin yanında yola çıktı. Kervan Şam bölgesinde bulunan Busra’ya vardı. Orada bir manastırda yaşayan Rahib Bahira bu kervanı misafir etti. Yaşı küçük olduğu için kafilenin yüklerini beklemek üzere bırakılan Hz Muhammed dışındaki herkes davete katıldı. Bahira Onun da katılması konusunda ısrar etti çünkü onda bazı belirtiler görmüştü. Hz. Muhammed’e birtakım sorular sordu. Bunun üzerine onun peygamber olacağını kesin olarak anladı ve Yahudilerin tuzakları konusunda Ebu Talib’e uyarıda bulundu ve Şam’daki ticaretini bitirir bitirmez Mekke’ye geri götürmesini tembihledi. ( İbn-i Saad Tabakat, Taberi:Tarih) Tarihi kaynaklarda anlatılan bundan ibaret olmasına rağmen bu vakadan bir sürü senaryo üretilmiştir. Hz peygamber Bahira’nın yanına defalarca gittiği idda edilmiştir ki hiçbir tarihi kayıtta olmayan bir iddiadır. Tarihi kayıtlara göre Resulullah bir daha Bahira ile görüşmemiştir. Diğer bir iddia  ise Bahira ile görüştüğünde 12 yaşında olması ondan bilgi almasına engel değildi, şeklindedir ki bütün İslami ilimlere kaynaklık eden Kuran ve Sünneti bir görüşme ile 12 yaşına elde ettiği iddiası zaten yeteri kadar komik kaçmaktadır. 12 yaşında olduğu doğru değildir iddiası ise tarihi kaynaklara zıt, kafadan uydurma temelsiz bir hayal ürünü iddiadır. Delilsiz istenilen görüş ileri sürülecekse, tarih, kaynak, şahit … gibi kavramlara ne gerek kalırdı ki? Resulullah o karşılaşmadan sonra sadece bir defa o da  ticaret için sefere çıkmıştır. Onda da tüm tarihçi ve siyerciler Bahira ile karşılaşmadığına ittifak ediyorlar. Rahib Bahira zaten bu karşılaşma sırasında gayet yaşlı idi. Hz Muhammed Bahira ile karşılaşmasında ve diğer ticaret seferinde yanında Mekkelilerden insanlar vardı ve gizli bir durum zaten söz konusu olamazdı. Yanındaki insanlar ya Müslüman olmuş ya da olmamıştır. Müslüman olduysa böyle bir şeye şahit olmadığının kanıtıdır. Müslüman olmadıysa şahit olduğu böyle bir durumu mutlaka söylemeliydiler. Rum bir köle için böyle bir itham yapana kadar bunu söylemeleri daha mantıklı idi.

 

Varaka

Varaka bin Nevfel peygambere ders veren biri değil iman eden biridir. Bir insan kendi ders verdiği kişinin olağanüstü bir iddia ile karşısına çıkması karşısında ona iman ederek mi tepki verir. ( Buhari- Müslim ) O sırada yaşı ilerlemiş bir ihtiyar olduğu göz önüne alındığında onun bu imanının önemi daha iyi anlaşılır. Çünkü o yaştaki bir Mekke’li ihtiyarın yeni bir fikir ve inancı benimsemesi oldukça zordur. Bilhassa kendisiyle aynı şehirde yaşamış ve kendisinden çok küçük yaşta olan bir kişiden bunu kabul etmesi ve buna karşılık Hz. Muhammed’in henüz daha bir iddiası yokken ve elinde de güç ve hakimiyette bulunmazken bunu itiraf etmesi gösteriyor ki, Varaka bu itiraflarında son derece samimiydi. Durum tüm açıklığı ile bu hal üzere iken Hz Muhammed’in ondan ders aldığını iddia etmenin ne tarihi kaynakta aktarılanla ne de olayın mantıksal sonucuyla bağdaşan bir tarafı elbette ki bulunmamaktadır. Rivayet Varakanın ona ders verdiğini değil ona iman ettiğini bildiriyor. Bir insan kendisinden ders alıp, daha sonra da aldığı bu derslerle peygamberlik iddia eden birine iman eder mi? ya da tepki gösterip onu reddetmez mi? Bu rivayeti kabul ediyorsak zaman zaten onun Hz Peygamberin Nübüvvetini tas diklediğini de kabul etmiş oluruz. Rivayeti reddediyorsak o zaman iddia da söz konusu olamaz. Eğer rivayeti olduğu gibi kabul etmiyorsanız o takdirde Varaka’nın niçin tepki göstermediğini de açıklamak gerekir.  Kendisinden ders alıp haşa halka bana vahiy geliyor diye kandıran birine niçin sesini çıkarmamıştır?  Hadi o sesini çıkarmadı peki 1400 sene sonraki objektif!! din karşıtlarının görebildiği bir ders olayını o her şeyi dillerine dolayan şiddetli Mekkeli müşrikler nasıl oldu da hiç göremediler. Rum bir köleyi itham vesilesi yapan o müşrikler Varakayı niçin yapmadılar? Görüldüğü gibi ortaya atılan iddia rivayetin kabulüyle de, reddiyle de olduğu gibi kabul edilmeyişi ile de çelişmektedir. Buna rağmen din karşıtları bu iddiayı senaryolarının içerisine koymaktan çekinmemektedirler.
Kur’anı Bir köle Öğretiyor iddiası

Müşrikler, Mekke’de isminin ne olduğu net olmayan Hıristiyan bir köle, diğer rivayette isimlerinin Cebra ve Yesar olduğu ifade edilen iki Rum kılıç ustası, bir diğer rivayette de Abisa isminde bir kölenin olduğu ve Hz. Peygamberin bunlardan bilgi alıp Kuran’ı uydurduğunu ileri sürmüşlerdir.

“Muhakkak biliyoruz ki onlar: “Mutlaka onu bir insan öğretiyor!” da diyorlar. Haktan saparak isnatta bulunmak istedikleri kimsenin dili yabancıdır; bu Kur’an ise gayet açık bir Arapça’dır” (Nahl, 103)

Ayetten ve tarihi kaynaklardan da anlaşılacağı üzere bu kişiler ya köle ya Rum idiler. Arap değildiler ve Arapçayı Araplar kadar da mükemmel bilmeleri mümkün değildi. Kuran ilk indiğinde Arapların ileri gelen edipleri bile ayetler karşısında acizliklerini ifade ederlerken, savaşlarda esir düşen ya da parayla satın alınarak Arap toplumunda yaşamak zorunda kalan, kimlikleri bile tam olarak bilinemeyen bu şahısların Hz. Peygambere akıl vermeleri mantıklı gözükmemektedir. Hz. Peygambere (a.s.) ayetleri bunlar öğretseydi, bu şahıslar çıkıp Hz. Peygamberin (a.s.) bir sahtekâr olduğunu Mekkelilere daha sonra neden söylemediler? Maddi menfaat dense, 10  sene sadece efendimiz tüm malını kaybetmekle kalmamış, yeri yurdunu da terk etmek zorunda kalmıştır. Bu insanlar çile dolu 20 senenin sonunda efendimizin geri dönüp Mekke’yi fethedeceğini biliyor olamazlar herhalde? Eğer yine ayetleri bunlar öğretiyorsa benzer ya da daha mükemmel ayetler söyleyerek Mekkelilere yardımcı olmazlar mıydı? Bunun mükâfatı Mekkeliler tarafından kendilerine fazlasıyla verilirdi. Mekkeli müşriklerin İslam’ı yok etmek için onca gayret, para,savaşı göze almışken bu fırsatı değerlendirmeleri düşünülemez. Hele ki peygamberimiz Mekke’yi terk ettikten sonra ortamın tamamen müşriklere kaldığı düşünülünce. “Onlar fikir veriyor, Hz. Muhammed de kendi kafasına göre ifade ediyordu” demek de gerçeğe aykırıdır. Çünkü aynı akıl ve zekâ kendilerinde de vardı.

Haniflerden alındığı iddiası

Hz. peygamber devrinde Mekke’de parmakla sayılacak nicelikte ve toplum üzerinde etkileri görülmeyen hanifler mevcuttu. ( Neşet Çağatay, İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı ) Hiçbir hanif Hz. Peygamberin İslamı kendilerinden öğrendiğine dair bir iddiada bulunmamıştır. Bazı hanifler ise İslamiyet’e kılıç ve sözle karşı koymuşlardır. Bunların inançları Kuran’ın getirdiği ile aynı olsaydı elbette ki ona karşı koymazlardı. En azından onlardan bir tanesi “Muhammed’e inanmayın çünkü o bilgilerini bizden öğrenmiştir. Bizim kendisine öğrettiğimizi almış ve bir din haline getirmiştir.” gibi bir söz etmemiştir. Özellikle Ümeyye b. Salt susmazdı. Çünkü kendisi bizzat peygamber olmak istediği için Hz. Peygambere iman etmek istememiştir.  Hz. Muhammed’den önce Hicaz bölgesinde hanifler denen ve Allah’ın birliğine inanan bazı kimseler vardı. Bunların bazısı İbrahim peygamberin dinine yakındır diye Yahudiliğe ve Hıristiyanlığa meylederdi. Ümmi bir insanın hanifler, hristiyanlar ve Yahudilerin kitabi bilgilerini kulaktan duyup sentezleyerek onların alimleri ile münakaşaya girip galip gelmesi ve bu galebenin sonunda bir kısım Hıristiyan alimlerin iman etmesi,(örnek; Necran hristiyanları) aynı şekilde Yahudi alimlerinin grup grup gelip en müşkil sorular sorup cevaplarını almaları mümkün müdür? Ayrıca düşünce bakımından hanifler çok müphem ve dağınık vaziyetteydi. Nitekim gerek eski ve gerekse çağdaş hiçbir araştırmacı bunların özel kanunlarını gerçek anlamda açıklayabilmiş ve inançlarını tanımlayabilmiş değildir. Hiç kimse bunların kainatın yaratıcısına ve öldükten sonra dirilişe ilişkin tasavvurlarını bilemiyor. Bunlar arasında azmi ve bağımsızlığı ile tanınan Zeyd b. Nufeyl bile Allah’a ne şekilde ibadet edileceği hususunda bir bilgisi olmadığını itiraf etmekteydi.( İbn-i Hişam Essiretü’n-Nebeviyye) Tüm bunlar ortada iken 1400 sene sonra birileri çıkıp (bütün tarihi ve mantıksal gerçeklerle zıtlaştığı halde) haniflerden alındığını iddia ediyorsa, bu kişilerin objektiflik ve gerçekçilikle bir ilgisinin olmadığı ve tamamen önceden kabullendikleri bir düşünceye destek bulmak için iddia ortaya attıkları açık olarak görülmektedir.

 

                        Ümeyye b Ebi’s-Salt’ı kaynak edindiği iddiası

Ümeyye b Ebi’s-Salt cahiliyye döneminin Taifli bir şairiydi. Eski kitapları okur, rahip elbisesi giyer, içki ve putlardan sakınırdı. Şam’a ve Bahreyn’e gider gelirdi. İslam dini ortaya çıkıp Hz Muhammed’in peygamberliği haberi kendisine ulaşıncaya kadar da oralarda kalmıştır. Yeni dini haber alır almaz Mekke’ye dönmüş Resulallahtan Kuran ayetleri dinlemiştir. Mekke halkı kendisine Hz. Muhammed hakkındaki görüşünü sorunca “Kuşkusuz o hak üzeredir” cevabını vermiştir. Fakat bizzat kendi ifadesi ile meseleyi iyice düşününceye kadar ertelemiştir. Daha sonra Şam’a gitmiş ve bir süre sonra Müslümanlığını ilan etmek üzere Mekke’ye döndüğünde dayısının iki oğlunun kafir olarak Bedir de  Müslümanlara karşı savaşırken öldürülmeleri onu bu düşünceden vaz geçirmiş ve ölümüne kadar Taif de yaşamıştır. (Zarikli Alam, “Ümeyye b. Ebissalt” maddesi) Ümeyye’nin şiirlerinde hikmetler, dini öğütler, cennet cehennem tavsifi gibi ilahi kitaplarda anlatılan hususların bulunması bunların Kuran’ın kaynağı olduğunu gösteren bir durum değildir. Öncelikle Hz. Muhammed hakkında herhangi bir şekilde şüphe uyandıran bir şey Ümeyye’ye ulaşmış olsaydı sükut etmez hemen söylerdi. Hatta bu bizzat kendisine sorulduğunda “kuşkusuz o hak üzeredir” cevabını da vermezdi. Ayrıca Mekkeli müşrikler de Ümeyye ile ilgili en küçük bir iddia da bulunmamışlardır. Böyle bir durumun olması halinde en önce bu iddiaya muhtaç olan onlardı. Hem de Hz Muhammed hayatını yanlarında geçirmişti. Halbuki efendimize “ Cinlenmiş, kahin, büyücü, şair “ gibi ithamlar dahil bir çok iftirada bulunmaktan çekinmemişlerdi.

       Bu iddiaların geçersizliğini gösteren diğer bir delil ise kendisinden öğrenildiği iddia edilen kişilerin Müslüman olmaları ya da olmamaları durumudur. Eğer Müslüman olduysa zaten iddianın geçersizliği ortadadır. Kimse kendisinden öğrendikleri ile peygamberlik iddia eden birisine iman etmez. Müslüman olmadıysa buna en büyük tepkiyi onun vermesi gerekirdi. Fakat iddia edilen kişilerde en küçük bir tepki geldiğini tarih ve olayların gelişim süreci hiç bir şekilde göstermiyor. Bütün bunlara rağmen 1400 sene sonra bu konuda iddialar yapılıyorsa bu iddialarda art niyetin hakim olduğunu anlamak zor değildir. İslam Tarihine ” Nereden saldırabilir, nerede hata bulabilir, nereden kafalarda istifham- soru oluşturabilirim? ” mantığı ile yaklaşılan bu bakış açısı aslında sadece acziyet ve yenilginin ifadesi, tezahürü olmaktadır. Müflis  Yahudi’nin eski defterleri karıştırması iflasını  asla engelleyemez!

 

Kuran’daki bilimsel gerçeklerin eski medeniyetlerin bilgisinden derlendiği iddiası

Bir kere Kuran’da yer alan bilimsel konulardaki haberlerin, dönemin bilim anlayışından yüzyıllarca ileride olduğunu açıktır. İddiaya göre Peygamberimiz, Kuran içinde bahsedilen astronomi, embriyoloji, tıp gibi kavramları eski medeniyetlerin bilgilerinden almıştır. Örneğin astronomi ile ilgili bilgileri Sümer kayıtlarında bulmuş, tıp bilgisini ise eski Mısır papirüslerinden alarak Kuran’a geçirmiştir. Öncelikle, Hz. Muhammed’in tüm hayatı boyunca böyle bir araştırmaya girmediği herkesçe bilinmektedir. Bunun aksini iddia eden de çıkmamıştır. Peygamberimizin tarihteki gelişmiş uygarlıkların lisanlarını bilmediği de  bilinmektedir. 7. yüzyıl Arabistan’ında büyük kütüphaneler, yazılı basın, kitapçılar veya internet ağı gibi bilgiye erişimi kolaylaştıran imkanlar mevcut değildi. Bugünün şartlarında bile, örneğin eski Mısır’ın embriyoloji bilgisini araştırmak isteyen bir insanın işi kolay değildir. Mısır uygarlığının kuruluşu günümüzden yaklaşık 5000 yıl öncelerine dayanır. Eski zamanlardan bugüne ulaşan yazılı kaynaklar kısıtlıdır, üstelik bunların hepsinin tercümeleri de mevcut değildir. Tercüme edilebilenler ise, son derece özel bilgiler içerdiklerinden her yerde bulunmazlar. Ayrıca bu tercümeleri kavrayabilmek ve yorumlayabilmek için çok detaylı bir tarih bilgisine de vakıf olmak şarttır. Kısacası böyle bir araştırma günümüz şartlarında bile son derece zordur. Kaldı ki, eski medeniyetlerden miras kalan tüm bilgilerin hepsinin doğru ve sağlıklı oldukları gibi bir durum da söz konusu değildir. Aralarında pek çok yanlış bilgiler, batıl inanışlar, hurafeler de bulunmaktadır. Eğer akılsızların iddia ettikleri gibi Kuran’ın bilimsel ayetlerinin eski medeniyetlerin kültürlerinden derlenmesi gibi bir durum olsaydı, elbette aralarında yanlış ya da tutarsız bilgilerin de bulunması gerekirdi. Oysa, Kuran bu tür eksikliklerden münezzehtir. İçindeki bilimsel ayetlerin hepsinin modern bilim tarafından yüzde yüz doğru oldukları ortaya konmuştur.

 

Kuran’ın kaynağı ve yazılımı üzerine

O dönemde bütün Hıristiyan toplumlar, ilkel bir putperestliğin içinde yüzmekteydiler. Medine’ye hicretten sonra Yahudilerden inanç esaslarını öğrendiği iddiaları da yersizdir. Çünkü Kuran inanç esaslarını , imanla ilgili tüm meseleleri Mekke döneminde açıklamış, tebliğ etmiş bulunuyordu. Ayrıca daha Mekke döneminde Tevrat ve İncil’deki hatalara ve putperestliğe ilişkin çeşitli açıklamalarda Kuran’da bulunuyordu. Peki Kuran’ı Muhammed mi yazmıştır? O günün koşulları içinde, herhangi bir kişinin bütün batıl sistemleri susturabilecek ve çaplara hitap edecek mükemmel bir din ve kitap kurması mümkün değildir.Ayrıca Hz Muhammed daha önce hiç kimseye, iman meseleleri üzerinde yol göstermemiş, rehberlik etmemiştir. Daha önce hiç bir kitap üzerinde çalışma yapmamıştır. Allah’ın zati ve sıfatları konusunda da daha önce hiç bir yerden bilgi almış değildir. Efendimiz sadece Allah’tan aldığı vahiyleri insanlara tebliğ etmiştir. Kuran’ın indirilmesi peygamberliğinin başlangıcından, efendimizin vefatına dek sürmüştür. Geleceği ve görünmeyeni bilmeyen hangi isan bu programı yapabilir? Yüce Allah’tan başka hangi varlık böyle ulvi bir programı icra edebilirdi?  ( Muhammed Abdullah Draz, The Origin of Islam: İslam’ın kökeni )

 

Sonuç

Kendisine mal, liderlik, krallık teklifini neden ” Bir elime ayı bir elime güneşi koysanız İslam’ı anlatmaktan vazgeçmem.” diyerek reddetmiş ve daha sonra yıllarca – 3 yılı tecrit, ambargo altında 10 yıl civarında tehdit, saldırı, hakaret, suikast, tüm malını din yoluna kaybetmeyi göze almıştır. Öyle ki açlıktan karnına taş bağladığı, aylarca evinde sıcak yemek yiyemediği, sirke ile kuru ekmek yiyip sonra ” Ne güzel nimet” buyurduğu, yatak olarak hasır kullanıp, yatağından kalkınca hasırın izlerinin vücudunda belli olduğu, gelen bir çok hediyeyi evine girmeden dağıttığı düşünülürse ! Muhammed (as) zaten Hılfıl fudul derneğine üye, çevresi zenginlerle çevrili, Hacerul Esved’i yerine koyması olayı zaten şöhretini tüm Mekke’ye yaymışken O’na herkes Muhammed’ul Emin  diyorken, kendisi zaten Mekke’nin ileri  gelen lider bir kabilesinden ve akrabaları hep yönetici kesiminden insanlardan oluşurken böyle biri neden peygamberlikten önce de sonra da bir çok fırsatı elinin tersi ile itip hep zor olan yolu, İslam’ı tebliğ etme yolunu tercih edip, can-mal her şeyini bu yolda feda etsin? Hele hicret olayı tamamen bu iddiayı geçersiz kılar: Düşünsenize mal, mülk, hatıra, anı… her şey terk ediliyor, mantık mı bu? Bir topluma girince baş köşeye değil, boş olan yere otururdu.“Dünya benim neyime? Benim ile dünyanın misali, sıcak bir günde yolculuk yapan bir biniciye benzer ki, bir saat ağacın gölgesinde dinlenir, sonra da orayı terk edip gider.” (Bihar’ül-Envar, c.16, s.239). Oğlu İbrahim vefat ettiği zaman güneş tutulur ve insanlar İbrahim’in ölümünden dolayı üzgün olduğu ve bunun peygamberin azametinin delili olduğu konuşmaya başlarlar. Hz Muhammed :” Ay ve güneş Allah’ın iki nişanesidir ve asla kimsenin ölümü için tutulmazlar.” buyururlar ( Buhârî, II, 24.) Kendi menfaati için din uyduran (!) böyle fırsatı neden kaçırsın ki? Kuran’da var olan, kendini hatalarından ötürü uyaran ayetler ne olacak? Şöhret düşünen insan hatasını belgeler mi yoksa gizler mi? 40 yaşından sonra zıvanadan çıkan (!) bir insan resim- heykelinin yapılmasını neden yasaklasın? Ölümsüz olma isteği ile yapılan dev heykeller, piramitler düşünülürse bu mantıksız değil midir? Savaş ganimetlerinden kendi payına düşenlerin gideceği yerler bile bellidir ( Enfal: 41) Vefat ederken ne kızı ne damadını vekil bırakır. “Milletin efendisi millete hizmet edendir” buyurur. Halkına hizmet eder, su dağıtır, işleri paylaştırır, kendi  üzerine düşeni de kendi yapar – Mescit yapımında, hendek kazmada, piknikte – hep bir iş yapar, ayağının bağı çözülünce bağlamak isteyene ” Hayır bu kendi işini başkasına gördürmek demektir, ben efendi değilim” diye reddederdi. Ayrıca gelecekle ilgili ayetler için ne denecek: İran Bizans savaşından  hicret öncesi tecrit esnasında Kabe’ye asılan anlaşmanın başına gelen mucizevi olaya dek. Halbuki bizzat kuranda : “Geleceği Allah’tan başka kimse bilemez.” ( Neml: 65, En’am:59 ) buyrulur. Yani gelecekle ilgili doğruluğu daha hayatta iken bile ortaya çıkan şeyleri peygamberimiz Allah’a izafe etmiş, ‘O bildirmiştir’ diye açıklamıştır. ” Sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum.” (Ebu Avane: Müsned: 2-201, İbni Hanbel: 6- 107) buyurmuş ve Mekke’yi fethettiği günlerde yanında iken peygamberimizin haşmetinden titreyen kişiye:” ‘Kendine gel! Ben bir hükümdar değilim. Ben ancak, Kureyş kabîlesinden kurumuş et yiyen bir kadının oğluyum.” (Sünen-i İbn-i Mâce, 2/1100-1101) demiştir. Ya peki -Haşa- kendi yazdığı kitapta insan kendini neden uyarılara muhatap kılsın: Âma bir kişi ile o  anda başka bir şeyle uğraştığı için yeteri kadar ilgilemeyen peygamberimizi uyaran (Abese:1-11), kendisine deliller eksik ulaşınca hatalı bir hüküm vermek üzere iken uyaran (Nisa:105-109), ayrıca ” Ey Muhammed peygamberlik görevini tam yap” şeklinde uyarı (Maide: 67) ayeti dahil  bu tür ayetleri kişi neden kendi  yazdığı (!) kitaba koyup  kendi kendini zor duruma  soksun? “De ki  ey Muhammed: bende sizin gibi bir insanım.” ( Fussilat: 6) ayetini hangi dünyevi emelleri olan saf kitaba koyar ki? Peygamberimiz  başına gelenlere sabretsin diye kuranda örnekler anlatılır ( Hud:120), “Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben ancak bana vahye dilene tabi oluyorum.” (Ahkaf: 9) , ” Size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. Ve size, ben bir meleğim de demiyorum.” ( En’am:50 ) diye yazan bir kitabı  insan  kendi eli ile neden yazsın ki?! Tebük seferinde münafıklara izin verince ” Allah seni affetsin; doğrular sana belli olup, yalancıları bilmeden önce, niçin onlara izin verdin? ” (Tevbe:43) ayetini kendi yazdığı  kitaba insan neden eklesin, hatasını gizlemesi gerekmez mi idi?  Ama bu ve benzerleri için mazeret arayan, ‘O ayetler tevazulu, alçakgönüllü gözükmek için oraya koymuştur.’ diyen çıkacaktır. Hatta ‘ Allah ve melekleri Muhammed’e  salat ederler sizde O’na salat edin.’ (Ahzab:56) ayetinden hareket ederek bakın aslında kendini nasılda yazdığı kitapta övdürüyor diyen de çıkmadı mı? Halbuki bilmez ki salat dua demektir, yani ‘ Ey Allah’ım, kulun Muhammed’e yardım et, O’nu tıpkı İbrahim aleyhisselama davrandığın gibi aziz kıl ve O’nu da mübarek kıl.’ deriz. Yani O nebi aleyhisselama sadece dua eder, makamının yüce olmasını temenni  ederiz. Kısaca iddia edilenin tam tersine bir anlamı vardır o ayetin. Cehennemi  hak etmek ise bol iftira, yalan ve önyargı  ile mümkündür ancak!

 

 

Soru: Canım kardeşim bu yazıyı da cevaplayabilir misim? http://www.td—.com/index.php/kose-yazarlarimiz/ari—/59-tevrat

( Musa peygamberle ilgili Kuran’dan ayetler ve yorumları )

Cevap: Sayın Çelen, öncelikle bu yazıyı yazan kişi hakkında bir iki cümle etmek gerekmektedir. Emekli olana dek inanmadığı değerleri sırf para kazanma amacı ile insanlara inanıyor gibi gösterip, insanları kandırmış, emekli olunca da gerçek yüzünü gösterip İslam aleyhine görüşlerini tek tek ortaya koymaya başlamıştır. Yazı kadar yazanın kimliği de önem arz etmektedir. Bunun altını çizdikten sonra gelelim yazısına:

   Kuran’da anlatıldığına göre (tabii ki Tevrat da farklı anlatmıyor) Musa ve etrafında toplananlar Mısır’dan ayrılıp Sina’ya gelince Musa uzakta bir ateş/ışık görüyor ve ailesine “Bekleyin! Gözüme bir ateş ilişti. Olabilir ki ondan size bir kor parçası getiririm yahut onun üzerinde bir kılavuz bulurum” diyor.

Bir kere daha ilk cümlede mantık hatası başlıyor. Kuran ile Tevrat’ın ” tabii ki ” farklı olamayacağı ifade ediliyor. Halbuki sitemizde Tevrat-İncil ve Kuran arasındaki farklar ele alınmış ( Mesela Oryantalist Leone Caetani’nin İslam Tarihi’ne reddiye , Kuran’ın Kaynağı Nedir ve Hıristiyanlık-incil başlıklı yazılara bakılabilir)  ve başta Tevrat’ın ırkçı tanrı anlayışı ve İncil’in teslis inancı olmak üzere tanrı-peygamber-kutsal kitap tanımlarının birbiri ile uyuşmadığı gözler önüne serilmiştir. İlk düğme yanlış iliklenince sonrakilerde doğal olarak yanlış ilkleniyor. Ki düşünün lütfen bu farkı bile göremeyen bir insan dindarların arasında emekli olacak kadar görev ifa etmiş ve şimdi de din aleyhine kitaplar yazma cüretini göstermektedir.

   Musa da “Bana müsaade verin; dağa çıkıp 40 gün içinde isteğinizi yerine getirelim” diyor. Bu 40 gün olayı Bakara Suresi 51. ayette  geçiyor. Araf Suresi’nin 142. ayetinde ise önce 30 günden söz ediliyor ve 10 gün daha ilave edilerek 40 güne tamamlandığını belirtiyor.

Yazar  gibi emekli olana dek Müslüman görünüp sonra gerçek yüzünü gösterenlerin yazısından sonra şimdide Yahudi iken Müslüman olup tefsir yazacak kadar kendini İslami ilimlerde derinleştirmiş Muhammed Esed’in tefsirinden ( Kuran Mesajı ) cevap verelim: “Hz. Peygamber’in birçok Sahâbesi’ne ve özellikle İbni ‘Abbâs’a göre, ilk otuz gece Hz. Musa tarafından orucun da dahil olduğu ruhî hazırlıkla geçirilecek ve bunu izleyen on gece içinde de kendisine Tevrat (on emir) indirilecekti. (Zemahşerî ve Râzî): Keza bkz. Menâr IX, 119 vd. Arapça kullanım içinde “gece”ler aynı zamanda “gün”leri de kapsayan bir süreyi ifade eder.”

“Gece zikredilmekle, aynı zamanda gündüz de kastedilmektedir. Aslında yirmi dört saati kapsayan zaman dilimine dikkat çekilmektedir. Yoksa gece vakti Sînâ dağına çıkıp, gündüz vakti aşağıya inmiyordu.”  ( Yeni Anlayışın Işığında Kuran Tefsiri, Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı )

Şu anki bilgimizle bizim anladığımız ilk 30 gün oruç ile geçen zaman sonraki 10 gün Allah ile muhatap olduğu zamanı ifade eder. Yani Bakara suresinde (51. ayetteki) «40 gün»ün zikri mücmel, burada ise mufassal geçmiştir, yani daha açık ifade ile detaylandırılmıştır.

” Hz. Musa, kendisine söz verilen buluşmaya hazırlanıyordu. Bu süre zarfında göklerin direktiflerinde kendisinden geçmesi için, dünyanın meşgalelerinden uzaklaşıyordu. Yüce yaratıcının rahmetiyle donanmak, ruhunu temizlemek, aydınlatmak ve şeffaflaştırmak, kendisini bekleyen görevi üstlenmek ve kendisine söz verilen risalet misyonunu kaldırabilmek amacı ile azmini bilmek için insanlardan uzak bir hayat yaşıyordu.” ( Fizilal’il Kuran, Seyyid Kutup )

“Nitekim şair şöyle demiştir: “On ve dört…” Bununla ayın dolunay olduğu gece olan on dördüncü günü kastetmektedir. Arap dilinde böyle bir kullanım mümkündür. ” denmektedir. Bilindiği – ve sitemizde defalarca dile getirildiği – gibi Kuran indiği toplumun iletişim dili ile insanlara hitap etmiştir. O dönem Arap toplumunda gayet doğal olan bu edebi usul Kuran’da defalarca kullanılmıştır.” ( İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, 7/444-445)

Et-tefsirul hadis adlı eser Araf 142. ayeti çok güzel meallendirmiştir: ” Musa ile otuz gece [bana ibadet etmesi için) sözleştik ve buna on gece daha kattık. Böylece Rabbinin tayin ettiği vakit, kırk geceye tamamlandı. “

Benzer bir üslubu Allah Azze ve celle yine Kuran’da Ashabı Kehf içinde kullanır. Konu Kehf suresi 25. ayette geçer: ” O gençler mağarada üç yüz yıl kaldılar. ” Buna dokuz daha eklerler..” 300 yıl ve 9yıl. Neden Kuran’da direk 309 yıl denmemiştir de 300+ 9 yıl diye telaffuz edilmiştir: Kuran 300 yılı güneş yılı olarak nitelendirmiş ve arttırılan 9 yıl, 300 güneş yılının dengi olan ay takvimine göre 309 yılına gönderme olarak belirtilmiştir. Yani 300 yıl miladi, 309 yıl ise hicri takvime göre mağarada geçen zamana işaret eder. Görelim Mevla’m neyler…

Peki yazar hayalinde bu olayı nasıl yorumlamıştır?:

   Belli ki Musa ilk etapta 30 günlük bir süre tayin etmiş ama dağa çıkıp da bu sürede işini tamamlayamayacağını anlayınca (tabii ki mermer veya taş oymak, üzerine yazı yazmak zaman alır) 10 gün daha eklemiştir. Bunu da kavmine “Allah o süreyi uzattı!” şeklinde sunmuştur.

Hadi oryantalistler Kuran’ı Muhammed yazdı diyorlar, bu ateiste ne oluyor ki Musa peygambere de aynı ithamda bulunmaktan kendini geri alamıyor? Hadi Musa Tevrat’ı yazdı, yazılan eserdeki hataları (!) neden (Hz ) Muhammed kendi yazdığı (!) esere de aynen aktarsın? Yeni bir eser yazacak (!) olan, kendisine söz söylettirebilecek bu tür ifadeleri neden kendi eli ile kendi yazdığı esere koymuş olsun? ( Kuran’ı Hz Muhammed mi yazmıştır başlıklı yazımıza bu konunun detayları için müracaat edilebilir )  Kısaca Kuran’daki ayetlerden hareketle Musa aleyhisselam’a ithamda bulunmakta yerli ateistlere has bir özellik olsa gerekir. Aslında ortada bir sorun olmadığı, ayetlerin kendi içerisinde anlam bütünlüğü taşıdığı ortada. Ama görmek istemeyenden daha kör kim vardır ki?

   Aslında Kuran’daki bu ayette Musa’ya verilen sürenin “40 gece” olarak ifade edilmesi bence daha önemli. Neden 40 gün değil de 40 gece?

Bu konuya cevap yukarıda verildi.

   Çünkü gece karanlığında O’nu birilerinin taş/ mermer ocağında görme ihtimali çok daha düşük. (Plan o günün şartlarına göre gerçekten iyi hazırlanmış )

Ama ne yazık ki ateist mantık hiçte iyi çalışmamış!

Ateist yazar burada mantık hatasında bulunmaktadır: Gecenin sessizliğinde mermere vurulan çekiç darbeleri  çok daha fazla dikkat çekerdi.Ayrıca gece karanlığında yazmak içinde ışık gerekir ki bu da gece vakti – gündüze nazaran- daha fazla dikkat çekerdi. Unutmayalım ki söz konusu olan metin kağıt üzerine değil, ( Yazara göre ) mermer üzerine yazılmaktadır ( ! )

Yazar ayrıca Musa peygamber’in 40 gece dağda kalması ile efendimizin 40 yaşında peygamber olması arasında rakamsal benzerliğe de işaret ediyor ki bu mantıkla herhangi – kim olursa olsun- iki kişi arasında bir çok benzerlikler rahatlıkla bulunabilir. Bu bilimsel bir yaklaşım tarzının değil, subjektif bir bakış açısının tezahürüdür. Geri kalan boş iddiaları ise araya sıkıştırılan taassup ifadeleridir, konu bütünlüğünü bozmaması için onları ele almıyoruz.

 

Kaynak:http://islamicevaplar.com

Yorum bırakın